Deniz hırçındı, dalgalar ise; asi... Ansızın yakaladılar küçük kayığı... Sinsice yaklaştılar ve bir anda saldırdılar... Acımasızdılar. Ne istiyor olabilirlerdi ki küçük kayıktan? Oysa; küçük kayık için ne güzel bir sabahtı... Günün ışıklarla dansı henüz başlamışken, onun da denizle dansı başlamıştı. Saatlerce, hiç durmadan dans ettiler. Ama ne olduysa, bir anda hırçınlaştı deniz, belki de rüzgârlı havanın, yağmurun etkisiyle... Asi dalgalar hırpalamaya başladı... Şimdi küçük kayığın aklında tek şey vardı. O da bir an önce dalgakıranına sığınabilmek. Bir ulaşabilseydi, ah bir başarsaydı, dalgakıranı korurdu onu. Kimse bir şey yapamazdı küçük kayığa orda. Ne deniz, ne dalgalar... Bunları düşünürken biraz daha hızlandı ve ufukta kayboldu... Siz, en son ne zaman bir dalgakırana sığınmak istediniz? Siz, en son ne zaman bir dalgakırana ulaşmak umuduyla çırpındınız hırçın denizde? Siz en son ne zaman bir dost elinin size uzanmasını istediniz ya da elinizi uzattınız bir dostunuza? Dostlarımız... Fırtınalarımızdaki dalgakıranlarımız... Hırçın denizden, asi dalgalardan kaçarken gözümüz hep uzaktaki bir dalgakıranı aramaz mı? Koşulsuzca, sorgusuzca, sınırsızca sığınabileceğimiz, bizi koruyacak biri mutlaka vardır, dalgakıran misali... Ulaşabilmişsek oraya, bir de atabilmişsek halatlarımızı limana, korkmayız artık fırtınalardan... Dışarıdaki korkunç fırtınanın gölgesi bile giremez içeri... Herkesin bir dalgakıranı olmalı fırtınalı günlerde sığınabileceği ve herkes bir dalgakıran olmalı koşulsuzca, sorgusuzca, sınırsızca... Dostlukların ve sevginin bile yozlaştırılmaya çalışıldığı günümüzde, ne mutlu bir dalgakıranı olanlara, ne mutlu bir dalgakıran olmayı başarabilenlere...